24 Ocak 2018’de jazz dünyasının önemli isimlerinden biri olan Elvan Aracı’yı kaybettik.
Tromboncu ve piyanist Elvan Aracı 1977 yılında İsveç’e yerleşti ve Maffy Falay ve saksofoncu Bernt Rosengren ile 1990 yılına kadar çalıştı. 1994 yılında ABD’da farklı müzisyenlerle workshop’lar gerçekleştirdi. 1998’de Türkiye’ye döndü ve çeşitli festivallerde çaldı. 2003 yılında ise Modern Jazz Trio’yu kurdu.
2001 yılında Tunçel Gülsoy JAZZ Dergisi’nin 22. sayısında kendisi ile uzun bir röportaj yapmıştı. Bu röportajı onun anısına yeniden yayınlıyoruz. Naaşı en son tedavisinin sürdüğü Stockholm’de defnedilecek.
Elvan Aracı
Karanlıkta Trombon İle Dans Etmek
Kapı çaldı, sonunda beklediğim misafirin geldiğini biliyordum. O ana kadar hep sizli bizli konuştuğum insan içeri girdi. Paltosunu çıkarttı. Çok az birşeyler söyledik. Bunlardan en önemlisi ise sigara içip içemeyeceğini sorması oldu. Olumlu yanıtın onu mutlu ettiğini hissettim. Sigara tablasını daha önceden hazırlamamıştım ama hazır olan birşey vardı.
Onu müziği en iyi dinleyebileceği noktaya oturttum. Speaker’lardan gelen ses bir akşam sisi gibi odayı doldurdu. Feyza’nın albümünün ilk parçası ‘Dancing In the Dark’ı dinlemeye başladık. Davulun girişinin hemen ardından başlayan bir trombon sesi biraz sonra duyulacak sözleri sanki önceden fısıldar gibiydi.
Karanlıkta dans etmek, şarkı bitinceye kadar,
Dans ediyoruz karanlıkta ve şarkı bitiyor çabucak
Valsin kollarında sorguluyoruz neden yaşadığımızı
Zaman akarken varız sanıyor ve bir anda kayboluyoruz.
Ben çay koymaya giderken o bir sigara yaktı ve sessizce içerken kendi trombon solosunu dinlemeye başladı. Onu uzun zamandan beri sessizce izliyordum, sessiz, sert bakışlı bir adamdı. Trombonu ile özdeşleşmiş, kimselere gülmeden müziği yaşayan bir insan.
Feyza’nın şarkısını birkaç kere dinledik. Müzik bitti ve söz başladı:
“Bayram Aracı ve Mualla Aracı’nın oğluyum. Babam çok öğrenci yetiştirmiş bir halk ozanıydı. Annem Ankara Radyosunun klasik müzik sanatçılarındandı. Radyoda tanışmış ve evlenmişler. 10 Ocak 1952 günü doğmuşum.”
‘Oğlak burcusunuz.’
“Evet oğlağım, güzel burçtur oğlak. Bu burcun erkeklerine güvenirim, lider ruhlu olurlar, ama kadınlarına güvenmem. Onlar uyumsuz ve inatçı olurlar.”
Lider ruhlu olduğuna emindim ama uyumlu bir insan olduğunu düşünmediğimi kendime saklamayı tercih ettim.
“Annemin hobisi jazz müziği dinlemekti. Ella Fitzgerald ve Nancy Wilson dinlediğini hatırlıyorum. Çocukluğumda hem annemin hem de babamın iş yerlerine giderek büyüdüm. Onları dinleye dinleye kulağım ve zevkim hem Türk müziğinde hem de jazz’da gelişti.
Altı yaşımdan itibaren kendi kendime enstrüman çalmaya başladım. Yeşil renkte Hofner marka bir melodikam vardı, duyduğum müziklerin melodilerini onda çıkartırdım. Bir yandan da mandolin çalardım. Shirley Bassey, Beach Boys, Beatles, Cliff Richard ve progressive İngiliz gruplarını dinlerdim”.
Aynı yaşlardaydık. Aynı melodikayı ve aynı müziği paylaşmıştık. Anlatırken artık bana siz yerine sen diyecek kadar rahat hissetmiye başlamıştı. Çay içmeye devam ettik.
“İlkokulu bitirince İstanbul Belediyesi’nin Pierre Loti’deki konservatuarına girdim. Önce çello çalarak başladım, birinci sınıftan itibaren ise trombon bölümüne geçtim. Kısa bir zaman sonra konservatuardan sıkılmaya başladım. O devirlerde langırt salonlarındaki makinalardan Beatles müziklerini dinliyor daha sonra da okula gelip piyanoda çıkartıyordum. Konservatuardaki hocalar beni bu şekilde piyano başında Beatles çalarken görünce enseme şak diye vuruyor ve ‘caz’ yapma diyorlardı. Aslında ben o devirde jazz müziğine yakın değildim ama hocalara göre klasik müziğin dışındaki tüm müzikler jazz’dı. Ayrıca müzik derslerinin dışındaki ‘kültür’ dersleri diye anılan dersleri veren hocalar da bizim üzerimizde ağır bir baskı oluşturuyorlardı. Onlardan da bıkmıştım ve okul beni sıkmaya başlamıştı. Dördüncü sınıfa geçtiğim yıl babama haber vererek okul müdürüne çıktım ve istifamı verdim.
Daha önceden ‘Çizgiler’ adlı bir grubun tromboncusu olmuştum. Ataköy plajında hafta sonları çalardık. Okuldan ayrıldığım zaman zaten yaz mevsimi de başlamıştı. Bir haftada 20 yeni parçanın notalarını çıkarttım ve gruba göre düzenledim. Bütün yaz Burgaz Adası’nda çalıştık. Yaşım 16 idi ve benim için ticari müzik hayatı başlamıştı.”
Onu tanımadan önce Elvan Aracı’yı bir Shakespeare kahramanına benzetirdim. Ama benim onu benzettiğim kahramanı Shakespeare henüz yazmamıştı. Bana göre o biraz Hamlet, biraz Othello ve bir tutam da Romeo idi. Her birinin trajedisinden bir parçasını onda hissetmeniz mümkündü. Ama o bana kendi yaşamını anlatarak yaşadığımız dünyaya döndürdü:
“Sonra Ahit ve Cahit Oben kardeşler ile çalıştım. Tek bir trombonun girdiği her gruba güzel bir renk geliyordu. Üstün Poyraz ile çalıştım. Yalçın Ateş ile tanıştım. İstanbul Playboy kulüpte beraber çalışmaya başladık. Daha sonra Ankara’daki Playboy kulübe gittik ve orada da çalıştık. Bu aralarda da jazz müziğini daha yoğun olarak duymaya ve ilgilenmeye başlamıştım. Duyduğum müziğin armonilerini çıkartmaya başladığımda 17-18 yaşlarındaydım. Kulağımın ‘perfect pitch’inin faydasını görmeye başlamıştım.”
‘Jazz’ kitabının yazarı John Fordham’ın kitabında trombonun jazz müziğindeki ilk rolünün New Orleans orkestralarının nefesli bölümlerini desteklemek ve bazen de bas yerine kullanılmak olduğu yazılır. Big Band devirlerinde trombon solo enstrüman olarak ortaya çıkmaya başlar ve Bebop devri ile birlikte günümüzdeki yerini alır. Elvan Aracı için ise trombonun bir başka öyküsü var:
“Trombonu ilk olarak çocukluğumda annem ile gittiğim sinemalarda oynatılan Amerikan filmlerinde gördüm. Büyük orkestralar vardı, onların çaldığı müziklerle insanlar dans ederdi. O orkestralarda çalan trombonlara hayran olmuş ve anneme ben bu enstrümanı çalacağım demiştim.

Ferit Odman & Elvan Aracı & Önder Focan & Kağan Yıldız (Photo: Zuhal Focan)
Trombon çok güzel bir enstrümandır. İnsanlar onun sesi ile bulutlarda uçmuşlardır.
Ama ne yazık ki bu gün hala trombon çalanların %80’i onu gerçek hakkını vermeden kötü çalıyorlar. İnsan aslında trombonu nasıl düşünürse öyle çalar. Tıpkı keman gibi.
Daha henüz konservatuarda olduğum yıllarda J. J Johnson’un bir albümünü dinlemiştim. Aslında ticari sayılabilecek bir müzik idi. İşte oradaki müzik beni trombona aşık etti. O albümde duyduğum yumuşaklığı ve kıvraklığı elde etmek istedim. Çaldıkça o tonu yakaladım. J. J Johnson’dan sonra kendi stilimi oluşturmak için başka bir tromboncu dinlemedim. O bile zamanla bendeki yerini kaybetti.
İnsan kendi karakterini anlayınca zaman içerisinde kendi yolunu buluyor. J.J Johnson benim için ilk ilhamdı. Ben yıllarca çalıştığım müziklerden kendi yolumu oluşturdum.”
Feyza’nın albümü bitmişti. Benim en çok sevdiğim trombonculardan biri olan Ray Anderson’un ‘Blues Bred in the Bone’ albümünü dinlemeye başladık. ‘Mona Lisa’nın çok özgün bir yorumunu dinlerken gülerek anlatmaya devam etti:
“Bak, trombon nedir biliyor musun? Trombon insan sesine en yakın olan nefesli enstrümandır. Yaylı sazlarda da çello böyledir. Tenor saksofonda da buna benzer bir durum vardır. Ama trompet onlar gibi değildir. Trombonun kendine has kıvrak bir güzelliği vardır. Ray Anderson bu enstrümanı yarım dudak çalar. Dudaklarında kısmi felç vardır. Ama sesi iki dudağı ile birlikte çalanlardan daha güçlüdür
Trombonu çalarken vücudumun bir parçası gibi hissetmem lazım. Ayrıca tonun güzelliği ile kendi içindeki aşkı sazına yansıtabilmen lazım. Bu herkes için mümkün olmuyor. İnsanın doğasında bu yeteneğin olması lazım, varsa oluyor.
Bence trombon en asil ve en hisli enstrümandır. İnsanı kolayca ağlatabilir, tek başına bir grubu doldurabilir ama aynı zamanda çalması en zor enstrümanlardan biridir.”
Ben çayları tazelemek üzere mutfağa gidince bir başka sürpriz ile karşılaştım. O bizim piyanonun başına oturmuş bir şeyler çalmaya başlamıştı. Onu bir müddet kendisi ile başbaşa bıraktım. Uzattığım fincanı alırken kafamdaki soruyu yanıtladı.
“Ben sadece trombon değil piyano da çalarım. Bu konudaki hocam Vecihe Koray idi. Hammond Org da çaldım. Çok değişik yerlerde bulundum ve çaldım. Evet nerede kalmıştık?
Ankara Playboy’da Neşet Ruacan da bizimle çaldı. O devrin ünlü toplulukları ‘Blood, Sweat and Tears’ ve ‘Chicago’ nun müziklerinin kendi çabalarımızla çıkarttık.
Zamanla John Coltrane ve Miles Davis’i dinleyince jazz müzisyeni olmaya, bu müziği öğrenip yurt dışına gitmeye karar verdim. Yavaş yavaş, jazz müziğinin etkisi ile bastığım akorlar zenginleşti, voicing’ler değişti. Benimle çalıştığım müzik piyasası arasında ilk çatışmalar da böylece başladı ve hala da devam ediyor.
O devirlerde baterist Burhanettin Tonguç ve saksofoncu İsmet Sıral ile haşır neşir oldum. Onlarla bir çeşit jazz arkadaşlığım başladı. Daha sonra piyanist Altan İlter ile çalıştım. Tuna Ötenel ile de ilk o zamanlar karşılaştık. Onun evinde kaldım.”
Elvan Aracı askere işte bu evden 1975 yılında gitmiş. Giderken askerlik sırasında piyano çalışmalarını sürdürebilmek için bir kartona birebir ölçekte bir klaviye çizmiş ve yanında götürmüş. Askerliğini Burdur da topçu talimgahında er olarak yapmış, ama kısa zamanda subay gazinosuna geçerek asıl mesleği olan trombon çalmayı sürdürmüş. Bu arada org çalma fırsatı da yakalamış. Askerlik sonrasını ise şöyle anlatıyor:
“Askerliğim bitince İstanbul Gelişim’de çalmaya başladım. Tek bir trombonun ilavesi onların müziğine de güzel bir renk veriyordu. Ama pop müziği beni açmıyordu. Hergün aynı müzikleri aynı şekilde çalmak tıpkı memur gibi çalışmaya benzer. Bir şeyler eksik kalır. Jazz tutkum ağır bastı. Tekrar piyasaya girdim, Yalçın Ateş ile Büyükada Anadolu kulüpte çalmaya devam ettik. İsmet baba, Burhan baba ile arkadaşlığımı sürdürdüm. Onlar bana Amerika’ya gitmemi telkin ediyorlardı. İşte bu sıralarda Okay Temiz ile tanıştım. O benim bazı kayıtlarımı İsveç’e götürerek müzik çevrelerine dinletti. 45 günde vize çıkarttırarak beni İsveç’e çağırttı. 1977 yılı idi. Okay’ın evinde Muvaffak (Maffy) Falay ile tanıştım. Okay benim gitmek istediğim yolda yürümüyordu, bunu onun evinde yaşarken hemen farkettim. Yapmak istediklerimi onunla beraber yapmam mümkün değildi. Stokcholm’e taşındım. O sıralarda tanıştığım bir barmen kızla seviştik ve evlendik. Maffy ile olan ilişkilerim de bu devrede yoğunlaştı. Oranın en dahi müzisyeni olan Bernt Rosengren ile tanıştım ve onun big band’ına girdim. 25 yaşındaydım. Kısa zamanda farkedildim. Bu arada ticari müzik çalışmalarım da sürdü. Maffy ile çalıştım. Birgün Red Mitchell’le tanıştım. Red hem piyano, hem kontrbas çalardı ve aynı zamanda şarkı da söylerdi. Gerçek bir müzik devi idi. Onunla birlikte piyano, trombon ve gitar üçlüsü olarak iki yıl çaldık. Zamanla İsveç’in diğer tanınmış müzisyenleri ile de ilişkilerim gelişti. 1984-87 yılları arasında her yaz Türkiye’ye gidip geldim. Tuna ile Bodrum ve İstanbul’da değişik yerlerde çalıştık. 1987 yılında babamın ölümünden sonra yanlız kalan anacığımı İsveç’e yanıma aldırdım. İlk eşimden de bu arada boşanmıştım.”
Elvan Aracı’nın yaşamında önemli rol oynayan bir ülke daha var, Amerika Birleşik Devletleri. Bu ülkenin kendi jazz yaşamındaki katkısını ise şöyle anlattı.
“İsveç’de jazz müzisyeni olarak çalıştım. Onlar bana şeref ödülleri verdiler. Bernt Rosengren harika bir icracı idi. Ondan öğrendiklerimin semeresini 1994 yılında New York’a gidince gördüm. İsveç hükümeti ve Amerika hükümeti bana beraberce burs verdiler ve The New School for Social Research, Jazz and Contemporary Music adlı okula gittim. Dört yıllık programı 1.5 yılda bitirdim. Bu zaman zarfında kontrbascı Buster Willams, piyanist Hilton Ruiz ve piyanist Richie Beirach gibi New York’un önemli jazz müzisyenleri ile tanıştım. Workshoplara katıldım. Bir çok latin jazz işine gittim. Bu şekilde okul devresinde geçimimi de sağlamış oldum. 1997 de tekrar Amerikaya gitmek istedim ama bir vize sorunum oldu. Aslında Amerika’da yerimi bulmuştum. 1998 de Türkiye’ye geldim. Değişik jazz kulüplerinde çalıştım. Şu an İsveç vatandaşıyım. Bazen orada bazen de burada oturuyorum. Jazz müzisyeni olmak öncelikle bir yaşam tarzını gerektirir. Bu açıdan bakıldığında Muvaffak Falay ve Tuna Ötenel’i jazz müzisyeni kabul edebiliriz. Tuna Ötenel müzik konusunda Metin ve Melih Gürel kardeşelere çok şey borçludur. Erol Pekcan ile yaptığı çalışmalar da gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Bana göre Tuna Türkiye’deki ilk gerçek jazz müzisyenlerinden birisidir. Ben kendimi de bu sınıflandırmaya katıyorum.
Biz İsveç’te bu yaşam tarzı ile büyüdük. Horace Parlan, Doug Rainey İsveç’te yaşıyorlardı. Hep beraber Bernt’in grubunda yer aldık. İlk jazz formlarını, akor kalıplarını ve değişimlerini Horace Parlan’dan öğrendim. İşte bu müzisyenler bana jazz’ın o insana sorumluluk yükleyen bilgisini öğrettiler. Maffy’nin de bu gelişimimde bana çok faydası oldu. Jazz müzisyenliği uçuk birşey. Bizim ülkemize gelince: Türkiye’deki jazz ortamı çok kötü. Jazz çalınabilecek yerler ve ve birlikte çalınabilecek müzisyenler çok sınırlı. Yeni müzisyenlerin çoğu jazz’ın havasını ve ritmini bilmiyorlar. Hep kopyacılığa kaçıyorlar. Bununla müzik olamaz. Tuna ve benim gibi mükemmelliyetçiliği arayanlar ise böyle bir ortamda dışlanıyorlar. Jazz müziğinde mükemmelliyetçilik vardır. Yok diyenler Count Basie ve eski dönemdeki Duke Ellington müziklerini dinlesinler. O zaman anlayacaklardır. Bu dediklerim tüm enstrümanlar için geçerli. Jazz müziği için yüksek bir IQ gerekir. Zeki olmak lazım.
Türkiye kendi değerlerini bilmeyen bir ülke. Bizler kendi ülkemize faydalı olmak istiyoruz. Gerçek müzisyenler ciddi ve taviz vermeyen kişilerdir. İşletmeciler müzisyenler üzerinde hak iddia ediyorlar. Müzisyen sıfatı olan kişiler zaten onlarla çalışmaz.
Türkiye’de yaşayan bir efsane olmanın gururu bana zaten yeter. Para benim için önemli değil ben kendi değerimi zaten dünyadan almış bir insanım.

Elvan Aracı (Photo: Tunçel Gülsoy)
Sesinde bazen açık bazen de gizli bir kızgınlık vardı. Aslında anlattığı şeyler sadece müzik için değil Türkiye’deki bir çok başka konu için de aynı derece geçerli idi. Kızgınlık aslında iletişimin yokluğunun işaretidir, bir çaresizlik ifadesidir. Ben de ona bu düşüncelerimi aktardım ve kendini daha iyi ifade etmesinin gerektiğini söyledim. O ise farklı düşünüyordu:
“Beni anlamak için benim gibi düşünmeniz lazım. Yurt dışında birçok değerli müzisyenle çalıştım ve çalışmalarımız hep mutlulukla ve sevecenlikle bitti. İnsanlar oralarda değişik müzikal seviyelerde de olsalar birbirlerini anlayarak bir ensemble havasında çalabiliyorlar. Burada ise hasbelkader biraz müzik öğrenen kişiler piyasadaki diğer değerli insanları kendi müziklerine katacaklarına kıskanıyor. Bir tek Aydın Esen dışında. Onunla pek tanışmıyoruz ama biliyorum ki o bunun dışında. Aydın da bizim gibi bu ülkeye fazla. En iyi müziklerini yurt dışında yaptı, geçimini oradan sağlıyor.
Aslında düşündüğün gibi her zaman kızgın olan bir insan değilim. Ama şunu da vurgulamak istiyorum. Ben de diğer insanlar gibi hiçbir şeye aldırış etmeme politikasını benimseseydim bugünkü yeteneğime erişemezdim. Kızgınlığımın bir amacı var. Ben Türkiye’deki lakayt müzisyenlere taviz vermem. Bu yüzden de adım kavgacıya çıkıyor. Aslında kızgınlık dediğimiz şey tavır ve davranış bozukluğundan doğar. Allah şahidimdir ki dış ülkelerde sevgiyi buluyorum. Türkiye’deki ilişkiler ise bana iki yüzlü gözüküyor. Ben de kızgınlığımı dışa vuruyorum.
Ben müzikte insanlık, sevgi ve saygı bekliyorum. Bunlar ne yazık ki benim ülkemde olamıyor. Hatalarımı kendimde aradım. Ama yıllar içersinde gördüm ki Türkiye kötüye gitti. Bu andan sonra ben olsam da olmasam da artık farketmez. Türkiye için gelecekte hiçbir olumlu yön göremiyorum. Yapılabilecek tek şey unutmak. Herkes ekmeğine, parasına bakıyor. Herşeyin kişisel menfaat üzerine kurulduğu bir sistemde iyi müzik de olamaz. Herkes yalaka gibi davranıyor. Türkiye dejenere ve kopyacı bir ülke oldu. Kendi özünüzü bulmak zorundasınız.
Kendi durduğum yerde insanları tanıdıkça hayvanları daha çok sevmeye başladım. Bir hayvanda bile insandan daha fazla his ve sadakat var. Nerede kaldı felsefe. Günümüz Türkiye’sinde neden bunlar kalmadı. Ekonomi kötü de olsa bunlar kalmalı idi. Jazz bana insanlardan alamayacağım bir sevgiyi veriyor.
Bir çay arası daha verdik. Ona en sevdiği tromboncu olan J.J Johnson’un albümünü dinletiyorum. Albüm 1993 yapımı, ama onun asıl sevdiği ton Johnson’un daha eski dönemleri. Konuyu biraz dağıtmak istiyorum ve ona jazz nedir diye soruyorum:
“Jazz nedir? İyi bir soru. Jazz denilince ille de şu veya bu denilemez. Benim için güzel bir uzun hava da jazz’dır. Jazz bana göre doğadan gelen bir ilhamın sese ve icraya dönüşmesidir. Herşey benim için jazz’dır. Bir müzik taksimi, bir ilahi de jazz’dır. Bir başka ifade kullanırsak jazz bir müzik stilidir. Jazz cazgırdan gelmez. Jazz kulübü de kaz kulübü değildir. İsveçliler jazz kelimesini kendi dillerinde ‘ yas’ diye okurlardı, buna bile kızıldı ve değiştirildi.
Ölmezsem amacım Türkiye’de gerçek müzisyenlerin yetişmesini sağlamak. Ama burada herkes herşeyi biliyor. Benim yapacak birşeyim yok gibi gözüküyor. Burada bazı müzik okulları var, çoğu sahtekar. Bir takım adamlar jazz müziğini yanlış amaçlarla kullanıyorlar.
1977’de böyle koşullar yüzünden Türkiye’den ayrıldım. Benim istediğim imkanları memleketim bana vermedi.”
İşte bu noktada aklıma en kritik soru geliyor. Merak ediyorum, İsveç’te yaşamışsın, orada aslında bir yabancı olduğun halde her çeşit kültüre ve sese açık olan bir ülkenin insanları seni bağrına basmışlar. Peki o zaman niye ısrar ediyorsun, ille de kolay kolay anlaşılma şansın olmayan ve az gelişmiş bir ülkede birşeyler yapmak için ısrar ediyorsun. Bu soruyu sorduğumda yüzü gerildi. Bir an Elvan gözlerimde Shakespeare karakteri olarak belirdi.
Sonra aslında çok iyi bildiğim yanıtı verdi:
“Ama gene de Türkiye’ye döndüm. Buranın havası, toprağı bana güç veriyor.”
Bu yanıtı bana geçmişte değişik sözlerle ifade eden başka müzisyenler de olmuştu. Kimisi domatesin kokusunu özlemişti, kimisi roka ve rakıyı, kimisi de çocukluğunda Rumeli köylerinde duyduğu müziği aramaya gelmişti. Hamlet’in artık çok sevdiği babasına kavuştuğunu gördüm çünkü şunları dedi:
“Bu ülkeyi seviyorum ama kimselerden de medet ummuyorum. İhtiyacım da yok. Bizim amacımız aslında Türkiye’yi dünyaya tanıtmak. Beş param olmasın ama yaptığımın en iyisi olmanın gururunu yaşıyorum. Yiğitin düşmanı çok olur. En büyük değilim. En büyük olan Allah ve o her yerde. Ama kendi yaptığım müziğin en iyisiyim. Kendi başına bir insanım. Ben ve jazz’ımdan başka hiçbir şeyim yok.
Benim jazz hakkında bildiğim tek şey de aslında jazz hakkında hiçbir şey bilmediğimdir.
Ama gene de deneyimlerimi onları merak eden kişilere aktarmaya hazırım.
Evet, hala Türkiye ile uğraşıyorum, köklerim burada. Akrabalarım burada, geçmişim burada.
Niye bizim sanatçılarımızın isimleri dünyada geçemiyor. Amerika’da CD yapmış olan Bulgar Kadınlar Korosu büyük beğeni topluyor ve albümleri satış rekorları kırıyor.

Elvan Aracı (Photo: internet/unknown)
Bu ülkede birşeyler yapmak ve bu ülkeyi dışarda tanıtmak istiyorum. Yapamasam da yurt dışından da olsa ülkemi tanıtmak istiyorum. Bu da mümkün olmazsa bildiklerimi mezara götürmem gerekiyor.”
Benim düşüncem onun mezara giden yolda daha çok yürünecek yolu ve yapacak işi olduğu idi, nitekim onun sözlerinden de yanılmadığımı anladım:
“Benim için dünya evim oldu. Hedefim kendi müziğimi Amerikalı müzisyenlerle beraber çalabilmek ve dünyaya tanıtmak. Kafamda bir albüm projem var. Basta Buster Williams, piyanoda Hilton Ruiz, davulda Billy Higgins, ve bazı parçalarda da piyanoda Phil Markovitz ile çalmak istiyorum. Bazı parçalarda hem piyano hem de trombon çalmak istiyorum. Az kişi bilir ama benim piyanoda da özel bir çalış tarzım var. Albüm yaptıktan sonra İsveç, Türkiye ve Amerika arasında bir köprü kuracağım. Jazz müziğini sürdürmek istiyorum. Onu ticari amaçla kullandırmak istemiyorum.
Tüm birikimimin meyvasını aslında dışarıda alabilirim. Ama Türkiye’de de bazı çalışmalarım var. Çok beğendiğim ve takdir ettiğim müzisyenlerden bir tanesi de Emin Fındıkoğlu’dur. Hatta şunu da diyebilirsin, benim gerçek arkadaşım odur. O beni iyi anlıyor. Onun Detant projesinde trombon çalıyorum.”
Feyza’nın albümünü tekrar dinlemeye karar verdik. O arada 21 yaşındaki oğlunun İsveç’te annesi ile yaşadığını ve çok iyi bir kulağı olmasına rağmen müzisyen değil de jinekolog olmak istediğini öğrendim. Onun kendisinden daha akıllı çıktığını söyledi.
Feyza’nın ilk şarkısının son bölümünü sessizce birlikte dinledik:
Karanlıkları gidermek için
Yeni bir sevginin ışığını ararken,
Sen çıktın karşıma
Artık dans edebiliriz korkmadan
Sonsuza kadar karanlıkta