İstanbul Caz Festivali’nin Yaşam Boyu Başarı Ödülü bu yıl Can Kozlu’nun!
Boğaziçi Üniversitesi’nde seçmeli bir caz dersi açılıyor, Türkiye’de bir ilk olabilir. 1990 Güz dönemi, Berklee patentli hocamız Can Kozlu derste her hafta cazın farklı bir dönemini ele alıyor ve dinleme seansı yapıyor. Daha ne olsun! Bu dersi açmayı planlayıp hayata geçirmiş olan dönemin Fen-Edebiyat Fakültesi yönetimine buradan tekrar teşekkürlerimi iletmiş olayım. Bu yıllar ayrıca Caz Festivali’nin doğuşuna denk gelir; kimler, kimler yok ki… Şimdiki gibi değil! Cazın seksenlerdeki duraklamasının yavaş yavaş kırıldığı bir dönem, çok heyecanlı işler oluyor… gibi gelmiştir hep bana. Birkaç yıl sonra da dergi yayınlanmaya başlayacak, bu da önemli bir gösterge zaten. Zuhal Focan ile tanışıp ekibe dahil olduktan sonra Down Beat’te görüp sevdiğim sayfayı Körleme adıyla uyarlamaya girişiyorum. Okuldan tanışıklığımızı vesile edip ilk denemeyi Can Kozlu’yla yapmıştım. O aralar Dolapdere’deki atölyesinde takılıyor, Batı Afrika poliritimleri üzerine kurslar yaptığı dönem. Daha sonra Bilgi Üniversitesi’nin Müzik Bölümü’ne geldiğinde de zaman zaman temasım oldu Can Kozlu ile. Hemen hatırlatalım, bugün tanıdığınız, ülkenin birçok kalburüstü caz müzisyeni bu bölümün “tedrisat”ından geçti.
Cazın parlamaya başladığı bu yıllarda dönmüştün ülkeye. Dönüp baktığında, o dönemin en heyecan verici gelişmesi ne gözüküyor?
Aydın’la [Esen] 1990 yılında festivalde çalmaya geldim, ertesi yıl da kışın başlarında bir grup kurdum, Naima’da her akşam dolu mekâna çalıyoruz… Dinleyici kitlesine bakıyorum, iş adamları, politikacılar, akademisyenler, reklamcılar, gazeteciler ve saire, solcular, liberaller herkes sarmaş dolaş. Vur-kır bitmiş, göreceli bir ekonomik toparlanma olmuş, kutuplaşma bitmiş gibi duruyor. Bir gece kulüpten çıktığımda, “Boğaz şıkır şıkır, etraf cıvıl cıvıl…” dedim kendi kendime. “Burası da fena değilmiş, takılalım biraz” diye düşündüm, bir tramola daha attım anlayacağın. Eski bir davul takımı, 100-150 plak, iki çuval kitap ve notayla döndüm. O sene Boğaziçi’de ders vermeye başladım, bir yandan da davul ve armoni üzerine özel dersler devam ediyor. Kerem Görsev’le çalmaya başladım, film müziği de yapıyorum. Kısa bir süre sonra Uğur Yücel’le tanıştım, baktım dalga boyumuz aynı, ayrıca ikimiz de deniz adamıyız… Uğur’un Orhan Topçuoğlu’yla bir perküsyon ikilisi vardı, ben de aralarına katılmaya başladım. Eski Yeşil’de çalardık, sambadan Aka Gündüz’e, Ege zeybeğinden Gana ritimlerine uzanan bir yelpazemiz vardı. Sezen [Aksu] bir gece mekâna uğradı, yapılan müziğe yükselmiş olmalı ki ikinci sette mini bir grupla bize katıldı ve tabii birkaç hafta Eski Yeşil “yıkıldı.” Bir süre sonra kendimi Sezen’in grubunda buldum. On üç, ön dört kişiyiz, boş yok, ben hariç herkes şöhret; Ergün Şenlendirici, Erkan Oğur, Garo Mafyan, Atilla Özdemiroğlu… Bir süre çaldım Sezen’le. Tabii bu duruma “Türk Caz Polisi” epey muhalefet etti ama aynı anda Kerem Görsev ve Sezen Aksu’da çalmam bir yandan da ezber bozdu. Kimse fazla bilmez, o yıllarda bir müzik okulu açmak için yoğun bir finansman arayışı içindeydim. Çocukluğumdaki o parmaklarıma cetvelle vuran piyano hocamdan mı kaynaklandığını bilemediğim bir arayışım vardı müzik eğitimiyle ilgili. Paris’teki CIM ve Berklee College gibi iki ayrı şablon vardı kafamda. Ama açıkçası o yıllarda görüştüğüm hiçbir iş insanı fazla yüz vermedi, caz tüketimine para veriyorlardı ama üretimine asla. Bildiğin ilkel sponsorluk sistemi. Tam işin ucunu bırakmışken hiç ummadığım bir yerden talep geldi. Bilgi Üniversitesi Rektörü Prof. Asaf Savaş Akat bir müzik bölümü kurar mısın dedi, “caz komandosu” Ali Perret’i ikna ettim, gerisini biliyorsun. Hayatta yaptığım iyi işlerden biri diye düşünüyorum.

Can Kozlu (Photo: Salih Üstündağ)
O aralar ritim atölyeleri de yapardın. Ben de birine katılmış ve çok keyif almıştım. Her zaman folk müziğe ilgin olduğunu söylüyorsun. Bugün folk müziklerine nasıl bakıyorsun? Hâlâ merak duyuyor musun, yoksa öğreneceğin her şeyi öğrendin mi?
Jamey Haddad ile 1986’dan beri arkadaşız; belki çeyrek asırdır Paul Simon’la çalıyor, dünyayı defalarca turladı. Seksenlerlerde iki kez Madras’a gitti, geçenlerde kaybettiğimiz üstad Karaikudi Mani’yle çalışmak için. Ben o sıralarda Agbekor Drum & Dance Society’de çalıyordum. Zamanında itişirdik biraz Güney Hindistan mı, Batı Afrika mı daha ilginç bağlamında. Neyse… 2011’de bir konser İstanbul’a geldiğinde sohbet ediyorduk, “bir daha dünyaya gelsem Berklee yerine Afrika’ya giderdim” dedi. Al benden de o kadar! Sadece davul çaldığımız için değil, müziğin felsefesi ve yaratıcılık gibi konularda da başka bir boyutta, başka bir evrendeler.
Cazı da bir tür “yüceltilmiş” folk müzik olarak görüyorsun… Açabilir misin?
Bu deyim aslında Erik Satie’ye ait. İlk okuduğumda gıcık olmuştum, “burnu havada” cazcı dönemimdeydim. Ancak, yıllar sonra yaşadığım bir deneyim düşüncelerimi hayli etkiledi… Boston’da Greg Jones adlı bir siyahi tenor saksofoncu arkadaşım bir ev partisinde çalmamı rica etti. Arabamın olmadığı zamanlardı, yoldan taksi çevirmeye çalışıyorum, kimse almıyor, “oraya gitmem!” deyip anında uzuyorlar. Adres Dorchester, Boston’ın Harlem’i yani! Üçüncü taksici, yetmişlerinde bir adam, “yirmi yıldır oralara gitmedim ama atla, götüreyim” dedi, adrese varınca da bagajı içeriden açıp ben davulu indirir indirmez topukladı, sokak ortasında kalakaldım. Evlerin önünde yamuk tipler, bana bakıyorlar “burada ne işin var” gibisinden… Greg kapıya çıktı, “n’aber Can” falan, merdivenlerdeki tipler yol verdi, içeri girdim. O akşam ilk önce bir süre caz çaldık, sonra ailenin genç kızları hit şarkılardan söylemeye başladılar, Tina Turner ve saire… En son gece yarısına doğru büyükanne salona indi ve hayatımda dinlediğim en güzel Misty versiyonunu söyledi. Misty çocukların, torunların değil ama o babaannenin folk müziği çünkü. Sanat müziği veya klasik Avrupa müziği dünyada yapılan müziklerin büyük bir bölümünü temsil etmiyor. Cazın bir ayağı klasik Batı müziğiyle örtüştüğü için, 12 ton sistemi ve saire yani, kafa karışıyor. “Avrupa armonisinin Afrika ritmiyle Amerika’da buluşması” gibi basit bir açıklama cazı hiç tarif etmiyor ve Afrika müzik geleneğini de hayli küçümsüyor. Bildiğin emperyalist ortodoks yaklaşım bence.
ABD’den hocan George Garzone’a hayranlığını hep dile getiriyorsun. Belgeselde* de “alçakgönüllü efsane” olarak tanımlıyorsun. Garzone senin caza bakışında neyi temsil ediyor?
George’un çok daha önceden tanınması gerekirdi; bu gecikmede 80’li yıllar Amerika’sının tutucu atmosferinin etkisi olduğunu düşünüyorum. Bütün dikkat Wynton Marsalis’in başını çektiği neo-klasik akıma yöneldi ve caz endüstrisi George Garzone, Ricky Ford, Richie Beirach gibi isimlerin neslini pas geçti! YouTube’da A Tenor Supreme** konserinin izlenmesini tavsiye ederim; orada [Dave] Liebman, [Joshua] Redman ve [Michael] Brecker da var. Hepsini izleyince Coltrane ruhuna en yakın olanın Garzone olduğunu görürsün… ‘Hayat kitaptan sapmalardır’ deyiminden çıkarsak, George sofistike fikirleri o kadar delikanlı bir şekilde çalar ki arkasındaki entelektüel birikimi anlaman zaman alır. Çok oyunbazdır, ayrıca müthiş bir enerjisi ve ritmik ivmesi vardır. Benim için Ali Perret gibi Garzone da süreklilik ve tutarlılık abidesidir, onunla formasyon yıllarında çalmam çok büyük bir şanstı.
Büyük bir kayıp yaşadın, tekrar başsağlığı dilemek isterim. Çok şey değişmiştir hayatında, neler söylemek istersin bu konuda?
Kızım Ayşe’den sonra Gümüşlük’e yerleştim, doğada kendimi ona daha yakın hissediyordum. O yıllar bir esinti, kuş cıvıltısı veya yanı başıma konan bir kelebek bana onu anımsatırdı. İki, üç yılım çok zor geçti, sonra yavaş yavaş bununla yaşamayı öğrendim. Bunda tabii benim savrulmalarıma, gelgitlerime sabırla katlanan eşim Özlem’in katkısı büyük. Bu arada, George da birkaç yıl önce oğlunu kaybetti, izliyorum, sürekli bir yerlerde çalıyor… Genelde müzik yapmanın zaten bir arınma, duygusal boşalma etkisi var, travma sonrası daha da önem kazanıyor, bu bakımdan müzisyen olarak şanslıyız.

Can Kozlu (Photo: Salih Üstündağ)
Müzisyen deyince… Kaçınılmaz olan şu soruya geçelim. Yapay zekânın müziğe etkilerinin ne olacağını öngörüyorsun?
Sıkıntı! Muhtemelen zombi müzikleri oluşacak. Elton John, örneğin, Rod Stewart tarzında şarkı söyleyecek. Kuantum bilgisayar yaygınlaşırsa yeni bir Chopin ortaya çıkabilir. Ancak, yapay zekâ eski parçalardan öğrenip beste yapacağı için orada fazla “ekmek” yok. Müzik dünyasının çok sağlam bir hukuk sistemi var, o avukat ordusu böyle bir şeye izin vermez. Ama mesela DJ’ler işsiz kalacak “robotlar” geleceği için. Ayrıca, müzik dünyasının güç odakları ekonomik ve jeo-stratejik dengelerin de değişmesiyle Güneydoğu Asya, Afrika gibi yerlere kayabilir bir ihtimal.
Bir kitap hazırlığı içinde olduğunu söyledin. Biraz bilgi verebilir misin? Müzisyenlere rehber niteliğinde mi olacak?
Zaman zaman arkadaş sohbetlerinde yurtdışı anılarımı anlattığımda hep “yazsana bunları” derler. Yazıyla aram iyi değil, herhalde doğaçlama içimize işlemiş, bir akışa kapılıp gidiyorum. Hikâye başlıklarını not ettim, şimdi bir kayıt makinesine konuşup sonra hepsini yazıya dökeceğim, birileri toparlar herhalde bir noktada…
Teşekkürler ve tebrikler!
* George Garzone belgeseli: https://www.youtube.com/@letbewhatis
**A Tenor Supreme konseri: https://www.youtube.com/watch?v=KyjwLgwsYHM
Ne dediler?
Seda Ergül (yapımcı, küratör)
Sevgili Can Kozlu, ya da onu tanıdığım ilk günden beri ‘Can Hoca’, 1999’da Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü’ne asistanlık başvurusu yaptığımda beni mülakata almıştı. Öyle tanıştık. Bu uzun mülakatta ben tavanın bir köşesine bakarak konuştum, o diğer köşesine bakarak konuştu. Onu hemen çok sevdim. Sonra çalıştığımız yıllar boyunca, tabiri caizse beni bir çırak gibi yetiştirdi. Yazdığım e-postaları, hazırladığım raporları düzeltti, beni yanında toplantılara götürdü, önemli önemsiz her konuda fikrimi aldı, ona her danıştığımda beni sabırla, ilgiyle dinledi, son derece şeffaf cevaplar verdi ve tüm bunları yaparken bir gün bile yaşını, konumunu, aramızdaki cinsiyet farkını üzerimde iktidar sağlamak için kullanmadı. Bunun ne kadar istisnai bir tavır olduğunun anlaşılabileceğini umuyorum. Annemden, babamdan, sevgilimden sonra üzerimde en çok emeği olan insandır. Asistan olarak girdiğim kurumdan bölüm başkanı olarak ayrıldım sayesinde. Arkadaşlığımız onun sahnede çalmadığı bir döneme denk geldi; yine de onu dinlemediğimi düşünmüyorum. Can Kozlu ile diyalog konulardan konulara hızla atlayabilmeyi ve ortaya çıkan nüansları takip edebilmeyi gerektirir; bu konular seneler sonra tekrarlanıyor olsa bile. Tüm bunlar, kişinin kendine ve karşısındakine alabildiğine güvendiği, dikkati keskin, hafızası sağlam, sorumluluğu yüksek, kalbi yumuşak, meraklı bir dinleyici ve dürüst bir konuşmacı olmasını gerektirir. Bu iletişim biçiminin onun müzisyenliğinden kaynaklandığını fark edecek kadar müzik de öğretti bana. Ona ne kadar teşekkür etsem az kalır.
Selen Gülün (müzisyen, besteci)
Can Kozlu’yu benim erken gençliğimde bir caz müzisyeni olma hayali olan herkes tanırdı ve hayranlık duyardı. Aydın Esen ile çalıştığım dönemde birlikte çaldıkları So Many Lifetimes ve Pictures albümlerini ezbere bilirdim. İkisi gibi okumaya gittiğim Berklee College of Music’ten mezuniyetimden sonra tenor saksofoncu erkek arkadaşımla tatile gelmiştim. İstanbul Bilgi Üniversitesi Müzik bölümü yeni açılmıştı. Ziyarete gittik bölümü ve bam diye karşımıza Neşet Ruacan, Ali Perret ve Can Kozlu çıktı. Konuştuk, bize iş teklif ettiler. Hiç aklımda Türkiye’ye dönmek yoktu. Fakat genç ve idealisttim, kabul ettim. Bir de yani ekip rüya ekibi, hayır deme ihtimalini düşünemiyor insan. Sonra da 18 sene Bilgi Müzik’te ders verdim. Bunun 15 senesinde ben, Seda Ergül ve Can Kozlu birçok insanın çalışma hayatında kolay kolay bulamayacağı bir arkadaşlık ortamında uyum içinde çalıştık, hayaller kurduk ve gerçek kıldık. Can bana her zaman hem yol gösteren bir abi hem de çok yakın arkadaş olmuştur. Müzikte yapmaya çalıştığım şeyleri dinler, anlar, desteklerdi. Yüksek lisansımı da onun öngörüsü ve desteği ile yapabilmiştim. Çok iyi bir müzisyen olmasının yanında her şey hakkında açık yüreklilikle konuşabileceğiniz bir insandır. Bu açıklık elbette müziğe bakış açısını da etkiliyor. İkinci albümüm, şarkılarımı trio çalıp söyleyip kaydettiğim Sürprizler’i yaptığımda kolay dinlenebilecek bir albüm yaptığımı düşünüyordum; Türkçe caz şarkıları alanında yenilikçi bir albümdü. Can’a yolladım dinlesin diye. Bana telefon açıp ‘Selen, sana bir iyi bir de kötü haberim var. Ben bu albümü çok sevdim. Kötü haberim ise ben bu albümü çok sevdim…’ demişti. Hâlâ herkese anlatırım. 19 Temmuz’da İstanbul Caz Festivali Yaşam Boyu Başarı ödülünü alacağı gecenin müzik direktörlüğünü ben yapıyorum. Çünkü benim için büyük onur ve mutluluk.
Oğuz Büyükberber (müzisyen, besteci)
Doksanlı yılların başlarından itibaren bilumum tiyatro müziği, pop müzik, caz standartları ve uçuk avant-garde işlerinde beraber sahne aldığım, son on yılda da kendi üçlü ve dörtlü projelerimi taçlandırmış ritim gurusu Can Kozlu, muzip-nazik, keskin-esnek, hata affetmeyen-hoşgörülü, mesafeli-cana yakın gibi tuhaf ve beklenmedik kişilik özelliklerini bir arada taşıması ile bana ilham veren eden bir “güncel-müzisyen” örneği olmaya devam ediyor. Müziği düşünüşü ve icra edişi de geniş ve zengin kişilik özellikleri gibi, iki kelime ile kolayca etiketlendirilemeyecek kadar derin ve kendine has nüanslarla dolu. Şener Şen’i güldürebilmiş, George Garzone’a meydan okumuş, Türkiye modern caz besteci ve icracılarının büyük bir kısmının bizzat akademik hocası ya da sahnede ustası olmuştur. Daha nice turnelerde, kayıtlarda ve rakı sofralarında güzel anılar biriktirmek ve müziği paylaşmaya devam etmek dileğiyle. İyi ki varsın Can Hoca!