Cabo Verde asıllı şarkıcı, besteci, söz yazarı Carmen Souza ile 25 Ekim 2019’da çıkardığı yeni albümü ‘Silver Messengers’tan 5 gün sonra Lizbon’da buluştuk. Hem çok kültürlü kimliğinin müziği üzerindeki yansımalarını hem de Horace Silver’a ithaf ettiği son albümünü konuştuk.
Her şeyden önce beni kabul ettiğin için teşekkür ederim. Silver Messengers albümü yeni çıktı ve bu arada zaman ayırarak beni onurlandırdın. Albümle ilgili sorulara geçmeden önce hayatınla ilgili başlayalım. Cabo Verdeli bir aileden geliyorsun. Kültür ve ulusal kimlik itibariyle, ya da ulusal kimlik demeyelim, kültürel miras diyelim; bunlar duygularınla birlikte müzikal kimliğini de etkiledi. Kültürünü kalpten ve etkin biçimde temsil ediyorsun. Kimlik ve kültürünle ilgili nasıl hissettiğinden biraz bahseder misin lütfen?
Bu çok ilginç, çünkü kültürümü temsil etmekten çok gurur duyuyorum. Kültürümüzün çok zengin olduğunu düşünüyorum. Çünkü Cabo Verdeli bir ailede büyüdüm ama öte yandan burada doğdum. Portekiz’de bir çok koloni var biliyorsun, Brezilyalılar, Cabo Verdeliler, Angolalılar, Mozambikliler. Dolayısıyla bu müzikler, diller ve var olma biçimleri üzerinden sürekli besleniyorsunuz. Bu gerçekten benim müziğim için de bir ifade oluşturuyor. Çünkü bu ülkelerin hepsinin aynı dili konuşuyor olması çok mühim. Kaldı ki seçebileceğiniz müzikal ve temel hayat biçimleri açısından farklar da var, o nedenle çok mutluyum ve bu beni çok duygulandırıyor çünkü bu hem benim köklerimden hem de büyürken dinlediğim müziklerden kaynaklanıyor.
Biyografini okuduğumda ‘Saudade’ kavramından fazlaca etkilendiğini öğrendim. Babandan ötürü olmalı, denize çok sık açılması gerekiyormuş.
Kargo gemilerinde çalışıyordu. Çok komikti, kendi aramızda şakalaşırdık; çünkü dünya üstünde su birikintisi olup da onun gitmediği bir yer yoktu. Hatta ona ‘biliyor musun İstanbul’daydım’ dediğimde `aa öyle mi ben oraya 70’lerde kaç kere gittim falan filan` diyordu. Yani bilmediği hiç bir yer yoktu. O, bu işlere son verip de eve döndüğünde artık ben seyahat etmeye ve aynı şeyleri deneyimlemeye başlamıştım. Ve bütün bu deneyimleri onunla paylaşmak her zaman çok enteresan oluyordu. Çünkü ben büyürken o çok çok uzun aylar hatta kimi zaman 11 ay boyunca yolculuklara çıkıyordu. Bir ay için geliyor sonra geri gidiyordu. Bu gerçekten zor bir hayattı. Elbette zordu ve yaptığı işin ağırlığına rağmen edindiği deneyim, farklı insanlar, farklı kültürler, farklı diller olması çok güzeldi.
Ve bütün bunlar bir araya gelince seni sen yaptı. Her ne kadar Vikipedia’nın en güvenilir kaynak olduğunu söyleyemesek de orada ailenin Karanfil devriminden sonra Lizbon’a taşındığı yönünde bir şeyler yazıyordu.
Yok, daha önce taşındılar. Annem sanırım 1972’de buraya geldi. Babam yurtiçi yurtdışı derken onlar 1975’te evlendi.
Dolayısıyla devrim döneminin, üzerinde doğrudan etkileri olduğunu söyleyemeyiz. Sen de zaten 1981’de doğdun.
Evet 81. Devrimden 6 yıl sonra doğdum. Ailemin özellikle de annemin o gün sokaklardaki gerilimden bahsettiğini bilirim. Herkese devrim olduğundan evlerine gitmeleri söylenmiş. O sırada Lizbon’da yaşamıyordu. Nehrin öteki yakasındaydı. Devrim ise tam olarak burada konuşlanmıştı. Ama benim bütün bildiklerim bundan ibaret. Ben doğduğumda burası özgür bir ülke olmuştu bile.

Carmen Souza (Photo: Detlef Kinsler)
Üzerinde çok büyük müzisyenlerin etkileri var, bir çok isim sayabiliriz. Ella, Billie, Nina Simone, Theo Pascal, öte taraftan Horace Silver, Miles Davis, Bill Evans, vesaire vesaire Keith Jarrett, Herbie Hancock. Tamam bunların hepsi çok büyük figürler, çok büyük kimlikler ama hepsi çok farklı müzikal karakterler. Hepsini nasıl birleştirip kendi potanda erittin?
Bu bahsettiğin müzisyenlerin hepsinin ortak özelliği risk almaktan korkmamaları, riske açık olmaları. Gelebilecek herhangi bir tehlikeye de aynı şekilde… ayrıca uğraştıkları şeye ve kendi seslerine dair de büyük saygısı olan müzisyenler ve şarkıcılar. O nosyonu algılıyorlar. Benim vizyonum açısından bunun çok kolay olduğunu düşünüyorum. Çünkü onlardan etkilenirken benimle sanki birer öğretmen gibi çok fazla konuştuklarını hissediyorum. Ama onların rehberliğinden farydalanmakla birlikte ben de kendi sesimi takip ediyorum. Sesimi ve müziğimi farklı şekillerde kullanmayı seviyorum. Farklı şeyleri birleştirmeyi, jazz’ı Cabo Verde müziği ritimleriyle buluşturmayı seviyorum. Bir müzisyen olarak yetişmeye başladığınızda referans noktalarınız her zaman vardır ama kendi kararlarınızı verirsiniz. Yolda giderken hatalar yaparsınız, sonra kalkar, silkelenir ve müziği hayatınız yaparak devam edersiniz. Ben de öyle yapıyorum çünkü ikisinin birbiriyle bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Hayatın müziğim için büyük bir ilham olduğunu düşünüyorum.
Öte yandan şarkı sözü yazarısın ama sadece şarkı sözü demek yeter mi emin değilim. Albümün iç kapaktaki Horace Silver’a dair izlenim ve ifadelerini anlatan yazını, senin bir yazar olduğun yönünde referans gösterebilirim. Gerçekten çok beğendim. Yaratıcı, sanatsal ve içten geliyor. Bu çok belli. O yüzden şunu sormak istiyorum, müzisyenler dışında örneğin edebiyatçılar arasından referans aldığn birileri var mı?
Sanmıyorum. Çünkü hayatımın büyük bölümünü müzik oluşturuyor. Herşeyi müziğin içindeki etkiler olarak kabul ediyorum. Bilmiyorum. Çok fazla biyografi okurum. Müzisyenlerin biyografilerini. En son Bob Dylan biyografisi okudum. Şu anda da Wayne Shorter biyografisi okuyorum. Onların müziği nasıl gördükleri gerçekten ilham verici. Kendi dönemlerinde müziği nasıl deneyimledikleri de. Çünkü şimdikinden tamamen farklı bir zaman dilimi. Belki daha zor bir zaman. Öte yandan İncil’den de çok fazla deneyim ediniyorum. Referanslarımın büyük bölümü orada.
O zaman Theo Pascal’la devam edelim. Senin yeteneğini o keşfediyor ve seni jazz’a o takdim ediyor. 14 sene kadar önce olmalı.
2001 galiba. Neredeyse 18 sene.
O 18 sene önce ama ilk albümün tarihi 2005 değil mi? Geleneksel Afrika müziği ile Cabo Verde ritimlerini çağdaş jazz’la buluşturan bir albüm. O ilk albümü yayınlamak nasıl bir deneyimdi ve bu arada Pascal en önemli ilham kaynaklarından biriyken seni keşfetti. O günlerden biraz bahseder misin lütfen?
O sırada herkese açık bir sınav vardı. Ben çok fazla şarkı söylüyordum. Ve şarkı söylemeye dair çok büyük bir merakım vardı. Sınava katıldım. Beni seçtiler ve böylece birlikte çalışmaya başladık. Baktım ki, yıllar içinde benimle çalışma konusunda gayet ciddi. Müziği çok ciddiye alıyor. Kimi zaman size dışarıdan bakan birinin verdiği ipuçları karar vermenizi etkiler. Ve ne mutlu ki bunu yaşadım. O kararı verdim. Birlikte çalışmaya başladık. Bir şeyleri birlikte geliştirmeye ve kendimi enstrümanlara daha çok adamaya başladım. Çünkü o zamana kadar ciddi olarak enstrümanla uğraşmamıştım. Gitar ve piyanoya yoğunlaştım. Gitarla besteler yapmaya başladım. Benim için keşif noktası 2005’teki o ilk albüm işte. Bir şeyler olmaya başladı. İlk konserim Portekiz dışındaydı ve gerçekten çok heyecanlıydım. Womad’daydı, Redding’te. Gerçekten inanılmazdı çünkü daha önce böyle bir deneyimim hiç olmamıştı. Çok doluydu ve ben çok çok gergindim. Bu da tarihimin önemli bir parçası haliyle… Bunca yıl boyunca benim ustam olduğu için çok mutluyum ve onunla öğrenmeye devam ediyorum. Bu sound’u daha iyi noktalara taşımak için uğraşmaya da. Gördüğün gibi böyle de bir yerimiz var, kendimizi geliştirebiliyoruz. Burada her çeşit enstrümanımız var. Vintage çalgılara çok tutkunuz. Malum; vintage çalgıların bir sesi, karakteri var. Kendi sesini o enstrümanın içinde bulmak zorundasın. Ve bu bizim için oldukça besleyici. Öte yandan başka sanatları da keşfetmek istiyoruz. Şairleri, görsel sanatlar dünyasından insanları bir araya getirmek de istiyoruz. Müzikle birlikte yapılan çizimler filan… Bu arada `While I Wait Lisbon` diye yeni bir projemiz daha var. İlhamini Lizbon şehrinden alıyor. Kontrbasta Theo Pascal, davulda Zoe Pascal, saksofonda ve flütte İsrailli Lenny Sendersky, ben de sözlü kısımlarını seslendiriyorum. Müziğin üstündeki şiir gibi. Bu arada bir de ressamımız var. Biz çalarken o da resimler yapıyor.

Carmen Souza (Photo: Patricia Pascal)
Böldüğüm için özür dilerim de şu an bu proje üstünde hala çalışıyor musunuz?
Evet. Halihazırda bitti. Şimdi mekanlara ve insanlara duyuruyoruz. Bu tamamen farklı bir bakış açısına sahip. Çünkü ben şarkı söylemiyorum. Edebi bir şey, sözlü anlatım ve çok doğaçlama var. Ben bir şiir okuyorum ve konuşma bitmiyor.
Bir süre sonra ikinci albümün, Verdade’yi yapıyorsun ve bir ikinci albüme nazaran büyük başarı elde ediyorsun. Çünkü o sadece bir ikinci albüm değil. O ilk ile ikinci albüm arasındaki eşik ne idi?
Farklı olduğunu biliyordum da o bir evrilme. İlk albümde tecrübe ettiğimiz şeyler başkaydı. Londra’ya taşındıktan sonra başka. O ara, birinci albümle ikinci albüm arasında kalan süreçti yani. O albüm daha ozan şarkıcı, trubador tarzı oldu. Çok fazla gitar ve hep Afrika ritimleri vardı. Bir adım ilerisiydi. Her albümün bir sonrakine yer açmak için bir küçük açık bıraktığını söylerim. Dolayısıyla mükemmel yorumlar alarak büyük kabul gördü. Asya’ya hatta Türkiye’ye de o zaman gittik.
Üçüncü albümle birlikte vokal karakterine daha çok odaklanıyorsun. NPR filan gibi çok beklenmedik mecralardan bile yine çok olumlu eleştiriler alıyor. Kariyerini aşama aşama planlamış mıydın yoksa sadece hayatın akışı mıydı?
Her şey çok kendiliğinden gelişti. Her şeyi bana geldiği gibi karşıladım. Eğer müzisyenseniz kendinizi geliştireceğiniz odak noktaları bulursunuz. Örneğin benim amacım gitarla bir şeyler ilerletmekti. Gerçek anlamda gitar çalmaya başladım ve o gitardan çıkardığım sound’la ciddi olarak ilgileniyordum. Daha sonra odağım başka şeylere kaymaya başladı ve sesimle uğraşır oldum. Jazz, jazz’a dair unsurlara ve doğaçlamaya, Ella Fitzgerald, Billie Holiday gibi isimlerle sesimi yetiştirmeye çalıştım. Yani hep bir evrim vardı. Her albümde keşfetmek istediğim başka şeyler vardı. Dediğin gibi bunların hepsi birer adımdı. O albümün tarihçesine döndüğümde, evet, bunları hatırlıyorum. Müziğimi bu şekilde ifade ettim…
Seni Cesaria Evora’nin halefi olarak göstermek doğru bir ifade mi sence? Çünkü senin ülkenin divasıydı, kraliçesiydi ya da her ne ise, sen de onun yolunu izliyorsun gibi bir ifadeyi kabul eder misin yoksa müzikal kimliğinle ilgili başka sorumlulukların olduğunu düşünür müsün?
Cesaria Cabo Verde için çok önemli. Çünkü o Cabo Verde için yaşadı. Cesaria olmasaydı insanlar Cabo Verde’yi pek bilemezlerdi. Ondan sonra herkes bu ülkenin nerede olduğunu, o sesin nereden geldiğini sormaya başladı. Cabo Verde müziğiyle tanınmaya başladı ki dünyaya en büyük ihracaatı müziği… Herkesin öyle bir sorumluluğu olduğuna inanıyorum. Ama benim yaptığım müziğin Cesaria’nın yaptığıyla alakası olduğunu düşünmüyorum. Onun yaptığı saf Cabo Verde müziği idi. Bugün herhangi bir şeye saf diyemem çünkü küreselleşme diye bir şey var. Her yerden gelen çok fazla etki var. Onun zamanında belki küreselleşme yoktu ama o da Küba müziğiyle, Senegalli müzisyenlerle, dünyanın bir çok yerinden gelen müzisyenlerle çok şey yaptı. Dolayısıyla müzik müziktir ve içinde dünyanın her yerinin etkisi vardır. Ama beni, onun takipçilerinden biri olarak gördükleri için şanslıyım. Öte yandan kendi yolumu keşfetmek zorundayım. Tam da onun kendi yolunu keşfettiği gibi. O Cesaria Evora ve ben Carmen Souza’yım.

Carmen Souza (Photo: Patricia Pascal)
Ben çok farklı bir tarzın olduğunu düşünüyorum, onunkiyle bir alakası yok ki.
Evet farklı evrenler. Çünkü ben başka bir dönemde büyüdüm, başka koşullarda, başka bir ülkede yetiştim. Ben Cabo Verde müziğini ebeveynlerimin müziği olarak yapıyorum ama orada hiç yaşamadım. O yaşadı. Yani tamamıyla farklıyız, her ikimiz de ülkemiz için aynı sevgi ve onuru taşısak da…
Birileriyle birilerini karşılaştırmak ve kıyaslamak zorunda zaten değiliz.
Evet kesinlikle ama pazar her zaman bunu yapıyor. Birisi gözden kaybolunca öteki kaçınılmaz bir şekilde onun yerine konuyor. İnsanlar bu şekilde yerleri doldurulabilir değildir. Birinin bir yeri vardır, ötekinin başka yeri ve amaçları. Her şey amaçlarla ilgilidir.
Evet, Horace Silver’a geldik. Ondan nasıl etkilendin? İlk kez ne zaman dinledin ve onunla ilgili nasıl hissettin?
Onun hakkında Theo ilk konuştu. Bir şekilde Cabo Verdeli kökleri olduğundan ve jazz yaptığından bahsetti. Ve çok fazla jazz dinlemeyi başladığım andan iitibaren çok şaşırdım, ‘vaow Cabo Verdeli’ yani farklı türde müzikler yapmasını beklediğimiz bir müzisyen böyle bir müzik yapıyor. Ama biliyorum ki bu şekilde Cabo Verde kökenli başka müzisyenler de var. Ne zamanki Amerika Birleşik Devletlerine gidiyorlar, işler değişiyor çünkü Amerika’da Los Angeles’ta bulunduğum süre zarfında etrafta bir çok Cabo Verdeli vardı. Diyorlar ki; resmiyete dayalı evrak işleriyle uğraşırken bir çoğumuz isimlerimizi değiştirmek durumunda kalıyoruz. Çünkü bu şekilde hükümet nezdinde işler daha kolay halloluyor. Horacio Silva diye bir isimle uğraşmak yerine Horace Silver oluyorsunuz ya da Joao Tavares yerine John Tavar… Aksi takdirde güç durumlar oluşabiliyor. İsmini yanlış telaffuz edebilirler. Ve eğer isminizin yazımıyla ilgili farklılıklar varsa süreç reddedilebiliyor ya da o tür terslikler olabiliyor. Dolayısıyla hemen hepsi bana bunu anlatıyordu. Eğer etrafınızda geleneğe ve zaman içinde unutulmaya yüz tutmuş Kriyole diline değer veren bir topluluk yoksa, nesiller için buraya gelmek ve her şeyi unutmak çok mümkün olabilir. Hal böyle olunca Horace Silver dinlemeye ve yaptıklarını öğrenmeye başladım. Babası Mayo Adaları’ndanmış. Kendisinin Cabo Verde’ye hiç gittiğini zannetmiyorum fakat babasının Cabo Verde’li çok sayıda arkadasıyla buluşup pazar geceleri müzik yaparlarmış. Yani Cabo Verde müziğiyle bağlantısı bu şekilde. Bunu müziğinde duymak mümkün, örneğin ‘Song for my Father’ veya ‘Cabo Verde Blues’ dinlediğinizde duyarsın. O zamanlar Cabo Verde pek bilenen bir yer olmadığı için farklı bir swing’i olduğu söylenirmiş. Bu şekilde, herkesten farklı bir piyanist olmasıyla tanınmış. O yıllar tam Thelonious Monk, Bill Evans gibi çok çok büyük müzisyenlerin zamanları. Onun çok spesifik bir swing’i ve kendine has bir yorumlayış biçimi var. Bu da Cabo Verde tarafı. Ben de daha daha çok dinlemeye başladım. Ondan sonra Silver Messengers albümünün zamanı geldiğini düşündüm.
Ve Silver Messengers… Theo Pascal elektro bas ve kontrbasta. Elias KaKomanolis davulda. Yunanistan’dan mı?
Yani Mozambik’te doğmuş fakat bir dolu farklı kökeni var. Bir parça Yunanistan, bir parça Çin’den, bir parça Hindistan’dan yani ailesi tamamen karışık.

Carmen Souza (Photo: Eckhart Derschmidt)
Ve piyanoda Benjamin Burell görüyoruz. Bu quartet ya da grup diyelim, nasıl bir araya geldi ve yola devam etti?
Elias’la birbirimizi önceden tanıyoruz. Burada Portekiz’de birlikte çok çaldık. Sonra hepimiz Birleşik Krallığa taşındık. Biz Londra’ya taşınmıştık ve o Manchester’daydı. Farklı zamanlarda birbirimizle kontağı kaybettiğimiz oldu. Çünkü farklı yönlere gittik. Altı veya yedi yıl önce Elias’ın da İngiltere’de olduğunu öğrenince tekrar bir araya gelip birlikte çalışmaya başladık. Daha sonra o da Londra’ya geldi. Böylece hepimiz birbirimize yakın olduk. Piyanist Ben Burrel’in da kökleri Jamaika’ya dayanıyor. Biliyorsun, Londra’da farklı kökenden çok fazla insan var. Öyle sanıyorum, Ben’le çalışmaya da dört sene önce başladık. Sonra bir süre bıraktık, sonra geri geldi. Hayatta böyle şeyler hep oluyor, biliyorsun. Bu arada film müziği çalışmaları yapmak üzere Valencia’ya gitti.
Peki albüm için ne zaman, nasıl çalışmaya başladınız? Albüme giren parçaları nasıl seçtiniz? Çok uzun olduğunu tahmin edebiliyorum ama en azından özetlersen…
Evet oldukca uzundu. Çünkü Horace Silver’ın bestelediği çok fazla müzik var. Ve seçmek gerçekten çok zordu. Oturduk ve onun mesajını en doğru şekilde illetiğini düşündüklerimizi seçtik. Mesela şu muhteşem ‘Soul Searching’ gibi. Ya da bize gerçekten bir şeyler söyleyenleri… Bir an önce yazılı hale getirdik ‘Senior Blues’ gibi. Çünkü çok güzel bir Horace Silver parçası. Bu şekilde yapmaya başladık. Zaman içinde repertuvar seçildi. Stüdyoda çalışma faslını tamamladık. Böylece burada yaptığımız en yeni projelerden biri oldu. O nedenle de çok özel bir lezzeti var. Bu albüm aslında bir çok farklı açıdan çok özel.
Albüm 25 Ekim’de çıktı. Şimdiden iyi eleştiriler aldın. Downbeat’te çok iyi bir değerlendirme yazısı gördüm. Hayat hayattır, ne olacağı tabii bilemeyiz ama önümüzdeki aylara dair beklentin ve hadi lafın gelişi planların neler?
Yaklaşan çok fazla tarih var. Bu da çok fazla seyahat demek ve bu harika bir şey. Bu müziği çalmayı dört gözle bekliyorum ve çok heyecanlıyım. Müziği çaldıkca diğer seyler de açığa çıkar. Müzik gelişir. Bu albümün anafikri de hem muhteşem bir besteci olup hem bir dolu müzisyeni etkileyen Horace Silver’in işlerini gün ışığına daha çok çıkarmaktı. Gerçekten olması gereken tanınırlığa hiç bir zaman erişemediğini düşünüyorum. Gerçek tanınırlık. Elbette dünya çapında tanınıyor ama jazz müzik adına o çok büyük bir iz bıraktı. Dolayısıyla bu albüm vesilesiyle Horace Silver’i bilmeyen ya da onu çok uzun yıllardır bilmesine karşın onun Cabo Verdeli köklerinden şimdi haberdar olan insanlara ulaşabilmeyi umut ediyorum. Bu bizim için çok mutlu ve geliştirici ama tabii beraberinde zorlukların da olduğu bir zaman dilimi olacak. Yeni albümlerin her zaman zorlukları vardır. Öyle bir söylem vardır ya, ne zaman yeni bir albüm yapsan her şeyi sil baştan yaparsın. Bu ilginç ve bizim gelişmemizi sağlıyor. Dediğin gibi hayatta hiçbir şeyin garantisi yok. Müzikte de hiç bir şeyin garantisi yok. Umarım önümüzde kutlu bir zaman bizi bekliyordur.